EĞİTİMDE MEDRESE VE VAKIFLARIN ROLÜ

"Osmanlılar, medrese eğitimi ve dolayısıyla ilim ve bu sahanın adamlarına değer verdiklerinden, bunların tahsil ve eğitim konusunda karşılaşabilecekleri her türlü sıkıntıyı ortadan kaldırmaya çalışmışlardı. "

İlk dönem Osmanlı ilim hayatı hakkında bilgi veren D'Ohsson'a göre Osmanlı Devleti‘ndeki ilmi faaliyetler, daha Osman Gazi döneminde başlamıştı.  O, bu konuda şu bilgileri vermektedir:  "Osman Gazi, Söğüt'te yeni imparatorluğun temelini atarken hazine ve silah ile beraber ilmî ve kültürel faaliyetlere hususunda da gayet müteşebbis idi. İlmî yönden ilerlemeyi ve en azından eski medreseleri oldukları gibi muhafaza etmeyi arzu ederdi. Veliahdı ve oğlu Orhan Gazi, İznik'te devletin kurumlarını yükseltirken orada bir de, bir asrı aşan bir zaman boyunca Osmanlı medreselerinin en yükseği olarak bakılacak olan bir medrese yaptırdı. Yeni kurulmuş (731/1330) ve kendi ismi ile adlandırılmış olan bu medresenin idaresi, Dâvûd-ı Kayserî'ye verildi."

Orta ve yüksek öğretimi gerçekleştiren Osmanlı medreselerinin ilki, Orhan Gazi tarafından 731/(1330) tarihinde İznik'te açılmıştı.  Orhan Gazi, bu medrese için vakıflar kurmuştu. Geliri, medrese, müderris ve talebeye tahsis edilen vakıf köyler, her türlü "Tekâlif-i Örfiyye"den (Örfi vergiler) muaf idiler. Nitekim Orhan Gazi'den çok daha sonraki tarihlere uzanan 27 Cemayizelevvel 1136/(23 Şubat 1724) tarihli bir "arz" (arşiv belgesi), İznik'e bağlı Kozluca Köyü'nün, adı geçen medreseye vakfedildiğini göstermektedir.  

 

İznik, bir ilim merkezi olarak önemini XV.  yüzyılda da korumuş ve bu yüzden şehre "âlimler yuvası" ünvanı verilmişti.  İznik Medresesinin yetiştirdiği ünlü âlimlerden biri de Osmanlıların ilk Şeyhülislâmı Molla Fenarî'dir.  Osmanlıların, ilk bir buçuk asır içinde yaptırmış oldukları medreselerin derece ve sınıf itibariyle en mühimleri İznik, Bursa ve Edirne'de idi. Devletin kuruluşu esnasında İznik Medresesi, beyliğin birinci sınıf medresesi idi. Bu medresede yapılan eğitim ve görülen öğretimin derecesi hakkında kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, müderrisliğine (Öğretim Üyeliği'ne) tayin edilmiş olan şahıslar, bunların hayatları ve eserleri, dolayısıyla ilmî kapasiteleri tedkik edilecek olursa bu medresenin oldukça yüksek seviyede bir eğitim ve öğretim kurumu olduğu düşünülebilir.  Gerçekten Kahire'de ihtisasını yapıp memleketine dönen ve orada birçok talebe yetiştiren Dâvûd-ı Kayserî (öl. H. 751/ M. 1350)'nin şöhretini duyan Orhan Gazi, onu Kayseri'den getirterek İznik'te yaptırtığı medreseye müderris olarak tayin eder. İznik medresesinin ilk müderrisi olan Dâvûd-ı Kayserî, Muhyiddîn-i Arabî'nin üvey oğlu Sadreddîn-i Konevî'nin halifelerinden tefsir sahibi ve Muhyiddîn-i Arabî'nin "Fusûsu'l-Hikem" adlı eserini şerheden Kemâleddin Abdurrezzâk el-Kâşî'nin (öl.1329) halifesi olup yüksek tahsilini Mısır'da yapmıştı. Dâvûd'un halefleri olan Taceddîn el-Kürdî ve Alâeddîn el-Esved de devrin büyük bilginleri arasında sayılıyorlardı. Bu nokta göz önünde tutulursa İznik Orhaniye Medresesi'ni yüksek seviyeli eğitim ve öğretim veren bir müessese olarak kabul etmek gerekir.  

Devlet Merkezi / İlim Merkezi 

Bursa'nın fethinden sonra orada da medreseler kurulur. Bundan dolayı İznik ikinci dereceye inerek Bursa'daki Sultan Medresesi birinci dereceyi alır. Orhan Gazi'den sonra oğlu Murad (Murâd-ı Hüdâvendigâr), Bursa Çekirge'de eski kaplıca civarında bir cami, medrese ve imaret yaptırarak, bu konuda babasından aşağı olmadığını göstermişti. Yıldırım Bâyezîd, Hisar dışında bir cami ve medrese yaptırmakla Bursa'nın bir ilim ve irfan merkezi haline gelmesini ve şehrin hisar dışına taşarak genişlemesini sağladı. Çelebi Sultan Mehmed'in Bursa'da kurduğu medrese, diğerlerine nazaran ayrı bir hususiyete sahiptir. "Sultâniye Mederesesi" denilen bu tahsil kurumunda ilk müderris Mehmed Şah Efendi (öl. 839/1435)'dir. Molla Şemseddin Fenarî'nin oğlu olan bu zatın ilk dersinde öğrencilerden başka Bursa'nın belli başlı âlimleri de hazır bulunmuş, yeni müderris Mehmed Şah Efendi de medreselerde okutulan ilimlere dair sorulan suallere cevap vermişti. Bundan sonra, Sultâniye müderrislerinin, böyle umumî şekilde ders vermeleri bir gelenek haline geldi. Bilhassa Bursa Sultâniye'si  kurulduktan sonra İznik medresesi, ikinci dereceye düşmüştü. Buna karşılık bir ilim merkezi olarak Bursa ilk sıraya yükselmişti. Bu durum, Sultan 2. Murad'ın Edirne'de Üç Şerefeli Camii yanındaki Saatli Medresesi'ni kurmasına kadar devam eder. Edirne devlet merkezi olduktan sonra, 2. Murad zamanında, 841(1437) yılında başlanarak bazı arızalar sebebiyle 851(1447) senesinde tamamlanan Üç Şerefeli Camii yanındaki medrese ile Dâru'l-Hadîs o tarihte Osmanlı ülkesindeki medreselerin üstünde yer almaya başlar. Böylece Bursa'daki Sultâniye Medresesi, gerek eğitim ve öğretim, gerekse tahsîsâtı bakımından ikinci dereceye düşer. Üç Şerefeli Medrese müderrislerine o tarihe kadar hiçbir medrese öğretim üyesine verilmeyen yüz akçe yevmiye verilmeye başlar. Hâlbuki bundan önce İznik Medresesi müderrislerinin yevmiyesi otuz, Bursa'daki Sultan Medresesi müderrislerinin ise günde (yevmiye) elli akçe idi.  

İlmin İtibarı 

Osmanlılar, medrese eğitimi ve dolayısıyla ilim ve bu sahanın adamlarına değer verdiklerinden, bunların tahsil ve eğitim konusunda karşılaşabilecekleri her türlü sıkıntıyı ortadan kaldırmaya çalışmışlardı. Bu devlette ilim ve onun mensuplarına itibar edilip saygı gösterildiği için İran, Turan, Horasan, Dağıstan, Hindistan, Buhara, Halep, Şam, Mısır ve Karaman gibi birçok İslam ülkesinden bilginler İstanbul'a akın etmişti. Bu akın sebebiyle devletin merkezi olan İstanbul, yavaş yavaş İslâm dünyasının ilim merkezi haline gelmişti. Osmanlılar, medreselerdeki eğitim ve öğretim faaliyetlerini vakıflar vasıtasıyla devam ettirdiler.  Fatih Sultan Mehmed'in, İstanbul'u feth eder etmez "Sahn-ı Semân" medreselerini tesis ettirmesi ve bunların giderlerini sağlamak için vakıf kurmasından sonra, devlet merkezi olduğu gibi ilim merkezi haline de gelen İstanbul'da, başta hükümdarlar olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamları, bazı saray mensupları ve maddî durumu iyi olan halk tarafından pek çok medrese inşa olunmuştu. Yalnız Mimar Sinan'ın baş mimarlığı sırasında İstanbul'da inşa edilen medreselerin, 6'sı Süleymaniye medreseleri olmak üzere, 55'i bulmaktadır.  XVII. asrın son çeyreğine girildiğinde ise İstanbul'daki medrese sayısının 126'ya ulaştığı görülmektedir.  Fetihten XIX. asra kadar İstanbul'da inşa edilen medrese sayısı 500'ü aşmaktadır.  

XVI. asrın ortalarında Süleymaniye Medresesi'nin açılması ile Türkiye, kesin şekilde, İslâm dünyasının en üstün eğitim veren müesseselerine sahip oldu.  Sınıf usûlü yoktu. "Softa" veya "talebe-i ulûm" denilen medreseli, kabiliyetine göre bir basamağı, birkaç yılda da, bir ayda da bitirilebilirdi. 25 yaşında müderrisliğe çıkan kabiliyetler de az değildi. Her derece, o derece müderrisinin icazeti ile tamamlanırdı. Müderriş okuttuğu mevzuu öğrendiğine kanaat getirdiği softanın, bir üst dereceye başlamasına izin verirdi. Müderrisin dersi, umuma açıktı.  Softa olmaya lüzum yoktu. İsteyen her vatandaş, gelip dinleyebilirdi. Bu müderrislerin dersleri, bu yüzden çok kalabalık olurdu; bazan medresede yapılamaz avluya çıkılırdı.  Okuyan softaya her türlü sosyal güvenlik sağlanmıştı. Bedava yer içer, yatıp kalkardı. Softanın yemeği ve yatacağı yerinden başka kitabı, mumu, odunu da sağlanmıştı. Fatih Medresesi'nde softaların yatıp kalkması için 300 oda vardı. Her odada 4 veya 5 softa yatıp kalkardı. Gündüz devam eden talebenin de aynı sayıda olduğu kabul edilirse, yalnız Sahn-ı Semân Medresesi'nde XVII. asır ortalarında 3000'e yakın talebenin bulunduğu anlaşılır. Süleymaniye Üniversitesi'nin kapasitesi ise daha büyüktü. Fatih Üniversitesi (Sahn-ı Seman)'nin her odası için hizmetkar biri  vardı. Bu 300 hizmetkâr, temizlik, ısıtma gibi işlere bakardı. Müderrisler, softalardan ayrı bir salonda yemek yerlerdi. Medresenin 70 kubbeli muazzam bir mutfağı vardı. Mutfak, yalnız softalara değil, bütün fakirlere açıktı. Böyle muazzam teşkilatı olanlar yanında, mütevazı, bugünkü ortaokul seviyesindeki medreseler de pek çoktu. Tarikatlardaki mürşid-mürid geleneği, ulemây-ı rüsûmu yetiştiren medrese öğreniminde de vardı. Hoca-talebe münasebetleri, bugünkü gibi değildi. Hoca, talebesine her bildiğini verebilmek için çok büyük gayret gösterir ve yetiştirdiği talebe ile iftihar ederdi.  

Müderrisler 

Medreselerdeki  müderrisler, bugün üniversitelerdeki öğretim görevlileri gibi, akademik kariyerde bulunan şahıslar idiler.  Ortaöğretimde ders verenler, bugünkü tabirleriyle en az Araştırma Görevlisi veya Doktora; yüksek öğretimdekiler ise Doçent ya da Profesör statüsünde kabul edilirler. Eğitim öğretimin başarıya ulaşmasında birinci derecede ehemmiyetli olan müderrisler ya da genel anlamda hocalar, bilhassa ilk dönemlerde çok büyük iltifat görmüşlerdir. Osmanlı toplumunun karakteristik özellikleri olarak ilme ve âlime saygı duymalarından, müderrisler de kendilerine düşen payı almışlardır. Hem toplumda hem de devlet mekanizmasında ayrıcalıklı bir mevkie sahip olan müderrisler, içtimaî hayatta olduğu kadar, siyasî ve ekonomik hayatta da imtiyaz sahibi olmuşlardır. İlmiye sınıfına mensup olan müderrislerin, hemen bütün ihtiyaçları devlet, zengin kişiler veya vakıflar tarafından karşılanmıştır. Çok yüksek olan maaşlarıyla müderrisler, ilmî çalışma ve ders verme gibi konularda da serbest bırakılmışlardır. Yani müderrisler kendi yetişme biçimlerine, mensup bulundukları okullara ve talebelerin seviyelerine dikkat ederek istedikleri kitabları ve dersleri, vakfiyeyi de göz önüne almak şartıyla okutmakta serbesttirler.  

Bununla birlikte bu kadar saygıdeğer olan müderrislerin yetişmesi, medreseyi bitirip müderris olması çok kolay değildir.  Bir müderris en yüksek dereceli okuldan mezun olurken imtihana tabi tutulduğu gibi, bir süre bekledikten sonra, herhangi bir medreseye atanırken de rüştünü ispat etmek zorundadır. Mesela; Sahn-ı Seman müderrisliklerinden boşalan bir yer için başvuran iki müderriş ilk önce çeşitli devlet erkânının huzurunda sorulan sorulara yazılı olarak cevap vermişler, bu cevaplar incelendikten sonra tekrar kendilerine gösterilmiş ve bunu müteakip de aralarında münazara yapıldıktan sonra kazanan kişi ehil olduğunu ispatlayıp müderris olabilmiştir. Vakfiyelerde müderrislerin bu işe liyakatli, kapasiteli ve bilgili olmalarına dair olan şartlar oldukça sık geçmektedir. Bununla beraber mezun olan bir müderriş ilk kademedeki medreseden başlayarak ancak bu şekilde terfi edebilirdi.  

Medrese-Vakıf İlişkisi 

Bu bölümde medreseleri anlamamızda bize yardımcı olması için, genel hatlarıyla, medrese vakıf ilişkisini İktisadî, idarî ve hukukî boyutta ele alacağız. 

İktisadî Durum: İlk başlarda da söylediğimiz gibi Osmanlı toplumunda içtimaî müesseseler padişah ve ailesi, devlet erkânı, zengin kişiler ve vakıflar vasıtasıyla yapılmaktaydı.  

Medreseye (veya müesseseye) bağışlanan her türlü menkul, gayrimenkul, para vs. gelirler vakıf mallarını teşkil etmektedir. Medresenin bütün ihtiyaçlarını (müderristen talebeye ve talebeden temizlikçisinin masrafına kadar her türlü harcamayı) karşılamayı vakıflar üstlenmişlerdir. Eğitim işinin ehemmiyetine binâen, eğitim öğretimin verimli bir şekilde yapılabilmesi için medrese elemanlarının bütün istekleri karşılanmaya çalışılmıştır. Evliya Çelebi'nin ifadesiyle "her softanın yemeği ve yatağı ücretsiz olduktan başka odunu ve mumu da ücretsizdir; her oda için ayrı bir hizmetkâr vardır." Talebelere vakıf gelirinin günde belirli bir miktar harçlık ayrılmıştır ve vakıflar çok zengin niteliktedirler.  

Müderrisler için de aynı durum geçerlidir; onların maaşları da zamanın toplum yapısına göre en yüksek ücretleri yine vakıf gelirinden karşılanmıştır. Ayrıca yardımcıları, lojmanları, hizmetçileri ve kendilerine ait odaları vardır. Bu durumda hem talebeler, hem müderrisler hem de başka yerlerden gelen âlimler buralarda kalabildiği için, bir yandan müderris talebe arasındaki iletişim güçlenirken, diğer taraftan da misafir âlimlerden de istifade etme imkanı doğmakta idi. Her türlü ihtiyacın karşılanması konusunda vakfiyelerde bilhassa mevzu üzerinde durulmuştur. Eğitim konusunda çok çeşitli vakıfların varlığına şâhid olmaktayız. Öyle ki, bazı vakfiyelerde vakfın ya da birkaç vakfın bütün gelirlerinin bazen de mesela bir köy ya da beldenin gelirlerinin hepsinin sadece bir medreseye tahsis edildiğine sık rastlanmaktadır. Bazı vakfiyelerde vakfın gelirlerinin tamamının sadece medreselerdeki talebelerin yazın soğuk su ihtiyacını karşılamaya tahsis edildiğini, bir takım vakıfların da yaz aylarında talebelerin mesire yerlerine götürülerek temiz hava almaları için kurulduğu görülmektedir.  

İdarî Durum: Medreseler; medreseyi yaptıran kişi ya da kişilerin (Vâkıf) düzenledikleri ve bugünkü anlamda bir iç tüzük mahiyetinde olan, bir müessesenin nasıl çalışması ve hangi kurallara göre yürütülmesi gerektiğini gösteren şartlara göre, yani vakfiyelere göre yönetilirler. Bu belgede vâkıf, medreseyi ne için kurduğunu anlatır, hangi gelirleri tahsis ettiğini belirtir ve zamana göre hangi derslerin okutulması gerektiğini yazar. Vakfiyedeki (zamana ve topluma göre değişebilen) şartlar istikametinde medrese; vakfın "Mütevelli"si tarafından idare edilir. Bazan tek kişi de olabilirse de, çoğunlukla bir çeşit Yönetim Kurulu niteliğindeki bir heyet olan Mütevelli, medresede eğitimin lâyıkıyla yapılıp yapılmadığı, ihtiyaçların tesbiti gibi mevzularda vazifelidirler. Müderrislerin de bu kurulda yer alması, talebe müderris arasındaki yardımlaşma ve iletişimi sağlarken, çeşitli konularda idare ile ilgili meselelerin çıkmasına de mânî olunmuştur.  

Hukukî Durum: Medreseler; ders seçimi, metodoloji, zaman ayarlaması ve kitapların tesbiti gibi, konularda (vakfiyedeki kurallara uymak şartı, ancak zamanın ve ihtiyaçların durumuna göre şekillenmek koşuluyla) serbest bırakılmışlardır.  Medresenin ekonomik bakımdan kendisine yetmesi bu durumu, yani serbestliği daha da kuvvetlendirmiştir. Böylece medresenin büyümesi ve gelişmesi, ilişki içinde bulunduğu unsurlarla (talebe, müderriş idare, halk, sosyokültürel hayat vs.) âzamî birlik ve bütünlük içinde hareket etmesinde oldukça faydalı olmuştur. Ayrıca bir eğitim müessesesi olarak medreselere, hem devlet hem de halk tarafından ihtimam gösterilmesi, bu müesseselerin fikrî hayatta,  ilmîlik, sosyal ve kültürel yaşantıda olduğu kadar siyasî ve iktisadî alanlarda da ağırlığını koymasını ve söz sahibi olmasını sağlamıştır. 

DİPNOT 

A.  Çangaoğlu, "Osmanlı Medresesine Eğitim Açısından Umumi Bir Bakış", Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 35, Ocak-Şubat-Mart 1997.                                                                                                                                  

Evliya Çelebi, Seyahatname, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayınları, . 2008. 

İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinde İlmiye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yay., c.I, 1988; İslam Ansiklopedisi, "Vakıf Maddesi", c. XXIII  s.153-172. Millî Eğitim Bakanlığı Yay. İstanbul 1982. 

M. Fuat Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Akçağ Yay., Ankara 2006.  

http://www.somuncubaba.net/detay.asp?HID=1371&k=29